Neden İstanbul?
Tarih sahnesinde bazı şehirler vardır ki, sadece taşlarıyla değil, taşıdığı anlamla fethedilir. İstanbul da onlardan biridir. 29 Mayıs 1453 sabahı, bir çağ kapanırken başka bir çağın kapıları aralanıyordu. Ancak bu büyük fethin ardında yalnızca barut kokusu, surlara çarpan demir toplar ve yükselen tekbir sesleri yoktu. Yüzyıllardır süregelen bir rüya, stratejik bir vizyon ve derin bir inanç vardı. Peki neden İstanbul? Bu şehir neden tüm Müslüman komutanların gözünde nihai hedef olmuştu?
Başlık Listesi
İstanbul ya da o zamanki adıyla Konstantinopolis, yüzyıllar boyunca doğu ile batının birleştiği noktada yer aldı. Doğu Roma İmparatorluğu’nun kalbi olan bu şehir, hem jeopolitik hem de dini bir simgeydi. Eski Roma’nın mirasçısı olan Bizans’ın başkenti, Doğu Hristiyanlığı’nın da kutsal merkezlerinden biriydi. Karadeniz ile Akdeniz’i birbirine bağlayan boğazların kilidi, aynı zamanda Avrasya geçidinin de anahtarıydı. Bu yüzden İstanbul’a hâkim olan, sadece bir şehri değil, kıtalar arası bir gücü kontrol ederdi.
Ama mesele yalnızca stratejik değil, inanç temelliydi. İslam tarihinde yer alan ve Hz. Muhammed’e nispet edilen meşhur bir söz, bu fethi sadece askerî değil manevî bir hedef hâline getirmişti:
“İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur.”
Bu söz, asırlar boyunca Müslüman hükümdarların zihinlerinde yankılandı. Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular… Hepsi İstanbul’u hedef aldı. Ancak surları yıkılmaz, halkı dirençli, coğrafyası zorlu olan bu şehir, bir türlü teslim olmuyordu. Surlar sadece taştan değil, efsanelerden örülüydü.
Efsaneye göre, İstanbul’u kıyamete kadar koruyacak kutsal bir güç vardı. Şehrin surlarını meleklerin koruduğu, Bizans’ın başkentinin Tanrı’nın inayetiyle asla düşmeyeceği inancı hem içeriden hem dışarıdan anlatılıyordu.
İşte böyle bir mirasın ve efsanenin üzerine yürümek, yalnızca cesaret değil, bilgelik, sabır ve strateji gerektiriyordu. Bu üç özelliği bir araya getiren tek kişi, henüz 21 yaşında bir Osmanlı padişahıydı: II. Mehmet, nam-ı diğer Fatih Sultan Mehmet.
Ama Fatih, fetih için yalnızca dua etmedi; hesap yaptı. Bu şehir daha önce neden alınamamıştı? Yetersiz donanma mı? Aşılmaz surlar mı? Yetersiz top teknolojisi mi? Hepsi. O, bu eksiklerin her birini tek tek tamamladı.
1453 – Kuşatma Başlıyor
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u yalnızca bir savaş hedefi olarak görmedi. Onun gözünde bu şehir, medeniyetin kalbinde duran mühürlü bir kapıydı. Kapıyı açmak için sadece kılıç yetmezdi; akıl, mühendislik, sabır ve inanç gerekiyordu.
İşte 1453 yılının Mart ayı geldiğinde, bu dört gücün birleştiği o büyük yürüyüş başladı.
Fatih, İstanbul kuşatması için o güne kadar benzeri görülmemiş bir hazırlık yaptı. Tarihte ilk kez bu kadar büyük çaplı bir top teknolojisi kullanıldı. Macar asıllı mühendis Urban, devasa bir top döktü: Şahi Topu. Ağırlığı 20 ton civarındaydı, mermisi yaklaşık 600 kiloydu ve 1 kilometreden fazla menzili vardı. Bu top, sadece Bizans surlarını değil, o surlara olan inancı da sarsacaktı.
Kuşatma 6 Nisan 1453’te başladı. Osmanlı ordusu 80.000’in üzerindeydi, Bizans ise en fazla 7.000 savunmacıya sahipti. Ama Bizans’ın yanında güçlü bir müttefik vardı: Zaman. Çünkü surlar güçlüydü, erzakları sınırlı değildi ve yardıma gelen Haçlı donanmaları beklentiler arasındaydı.
İstanbul’un en büyük koruması ise Haliç’e çekilen zincirdi. Bu devasa demir engel, Osmanlı donanmasının şehre denizden yaklaşmasını imkânsız hale getiriyordu. Ancak Fatih’in aklı sadece meydan savaşlarında değil, imkânsız denileni mümkün kılmaktaydı.
İşte tarih kitaplarının övgüyle anlattığı ama her zaman tam olarak anlaşılamayan o olay gerçekleşti:
Gemiler karadan yürütüldü.
Osmanlı donanması, Tophane’den Kasımpaşa’ya kadar yağlı kızaklar üzerine yerleştirilerek gece vakti Haliç’e indirildi. 70’ten fazla kadırga, sabaha kadar sessizce tepeleri geçti.
Ertesi sabah Bizanslılar gözlerine inanamadı. Zincirle kapattıkları limanda şimdi Osmanlı gemileri duruyordu.
Bu olay, sadece bir askeri manevra değil, bir zihin devriminin sembolüydü. Çünkü artık biliniyordu:
“Bu padişah, surları aşamaz deneni aşar, denizi geçemez deneni geçer.”
Kuşatma boyunca surlara yapılan saldırılar, hendek kazımları, gece gündüz süren top atışları, siper savaşları ve moral savaşları yaşandı.
Fatih, her yeni günle birlikte ordusunu daha ileri taşıyor, Bizans ise umudunu kaybediyordu. Ama asıl kırılma noktası henüz gelmemişti.
O an, 29 Mayıs sabahında yaşanacaktı.
Son Darbe ve Fethin Gerçekleşmesi
29 Mayıs 1453, salı sabahı. Gün henüz ağarmadan Osmanlı ordusu mevzilenmişti. Fatih Sultan Mehmet, tüm birliklerine son kez seslendi. Her askere bir hedef verilmiş, her subaya görev bildirilmişti. O an, sadece bir zafer anı değil; bir çağın bitiş ve başlangıç saatine dönüşecekti.
Surların üç farklı noktasına aynı anda saldırı emri verildi. En yoğun çarpışma, Topkapı bölgesinde yaşandı. Şahi topunun günlerce dövdüğü bu noktada surlar yorgundu ama hâlâ direniyordu. Osmanlı askerleri dalga dalga saldırıyor, her geri çekilişin ardından daha güçlü bir dalga yükseliyordu.
İşte tam bu noktada tarih, efsaneyle karışır. Ulubatlı Hasan adında genç bir yeniçeri, Osmanlı sancağını alıp surlara doğru koşar. Yağmur gibi yağan oklar, taşlar, mızraklar… ama o durmaz. Rivayete göre surlara çıkan ilk kişidir ve oracıkta şehit düşer. Bugün onun adı, sancağın düşmediği bir mücadelenin simgesi hâline gelmiştir.
Her ne kadar bazı tarihçiler Ulubatlı’nın varlığını şüpheyle karşılaşa da, o gün orada bir cesaretin yaşandığı kesindir.
Sabah saat 08:00 sularında, Osmanlı askerleri Topkapı’dan şehre girmeyi başardı. Ardından diğer sur noktaları çözüldü.
Bizans İmparatoru XI. Konstantinos, savaş alanında ölmeyi tercih etti. Kıyafetlerini çıkarıp sıradan bir asker gibi savaşa katıldı ve oracıkta öldü. Cesedi ancak günler sonra tanınabildi.
Şehir düşerken Ayasofya’da ise başka bir manzara yaşanıyordu. Kadınlar, çocuklar, din adamları orada toplanmış, dua ediyordu. Bazı anlatımlara göre dualar göğe değil, zamanın durmasına yönelmişti. Çünkü onlar da biliyordu:
“Bir çağ bitiyor… Belki de Tanrı, bu şehri terk ediyordu.”
Fetih tamamlandığında Fatih, hemen Ayasofya’ya yürüdü. Kiliseye girip oradaki halkı dağıtmak ya da cezalandırmak yerine, yapının kutsiyetine dokunmadan secdeye kapandı.
Ardından meşhur sözünü söylediği rivayet edilir:
“Artık ağlamayın, bundan sonra canınız da, malınız da, ibadethaneleriniz de emniyet altındadır.”
Bu söz, bir işgalcinin değil, bir medeniyet kurucusunun sözüydü.
Ayasofya camiye çevrildi ama tahrip edilmedi. Mozaikler sıvayla kapatıldı, korunarak muhafaza edildi. Fatih, sadece toprağı değil, zihniyeti de fethetmişti.
Efsaneler, Gerçekler ve Bir Medeniyetin Doğuşu
İstanbul’un fethi yalnızca bir askerî zafer değil; tarihin yönünü değiştiren bir medeniyet hamlesiydi.
Orta Çağ, yüzyıllardır süregelen kapalı bir döngüyü temsil ediyordu. Yıkılan Roma’nın kalıntıları, dağılmış bilimsel düşünce, dinsel baskılar…
Fetihle birlikte bu döngü kırıldı. İstanbul’un düşmesi, Batı dünyasında şok etkisi yarattı. Rönesans’ın hızlanması, coğrafi keşiflerin tetiklenmesi, hatta Reform hareketlerinin hazırlığı bu olayla doğrudan bağlantılıdır.
Ancak bu zafer, zamanla efsanelerle süslendi.
Ulubatlı Hasan, gemilerin bir gecede karadan uçurulması, surlardan tek hamlede atlayan yeniçeriler, Ayasofya’nın kubbesinden meleklerin uçarak terk edişi…
Bu anlatımlar halkın duygusunu yansıtır ama her biri tarihî bir belgeyle sabit değildir.
Örneğin Ulubatlı Hasan’ın adı, ilk kez fetihten yaklaşık 200 yıl sonra yazılmış kaynaklarda geçer. Gerçekten o mu çıktı surlara, yoksa bu isim, bir cesaretin kolektif sembolü mü oldu?
Tarihçiler buna kesin yanıt veremese de şu net:
İstanbul, cesaretin, kararlılığın ve aklın birleşimiyle fethedildi.
Fetih sonrası Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul için çizdiği yol, bu vizyonun ne kadar geniş olduğunu gösterir:
- Patrikhane korunmuş, Ortodokslar özgür bırakılmıştır.
- İstanbul’a Anadolu’dan ve Rumeli’den insanlar getirilip şehrin nüfusu yeniden inşa edilmiştir.
- Bilim adamları, sanatçılar ve ustalar saraya davet edilmiştir.
- İtalya’dan kitaplar, haritalar, mimari çizimler getirilmiştir.
Fatih’in “Hristiyan şehri Müslümanlaştırmak” gibi dar bir amacı yoktu. Onun derdi, İstanbul’u “medeniyetlerin başkenti” hâline getirmekti.
Ve başardı da…
Bugün hâlâ Ayasofya’nın taşlarında, Topkapı’nın gölgesinde, Haliç’in suyunda o günlerin izleri hissedilir ve her 29 Mayıs sabahı, İstanbul bir kez daha uyanır.
Sadece ezan sesiyle değil; tarihin derin sesiyle…
Sonuç:
İstanbul’un fethi, bir efsanenin değil, bir vizyonun zaferidir. Fatih Sultan Mehmet, 21 yaşında bir komutan olarak değil, çağ açan bir lider olarak tarihe geçti ve arkasında sadece yıkılan surlar değil, yükselen bir uygarlık bıraktı.