📝 Bir Yolculuk Başlarken: Rüzgârda Yankılanan İsimler
Çanakkale’ye ilk kez gitmek benim için bir gezi planı değil, içimde uzun süredir duran bir istekti. Yola çıkmadan önce kafamda birkaç tarihi nokta, birkaç fotoğraf fikri vardı ama içten içe biliyordum; orası sadece bir şehir değil. Otoparka yanaşırken bile hissediyorsun bunu — sanki sessiz bir saygı havası var her yerde.
Yolda tabelaları görünce insanın kalbine bir ağırlık çöküyor. Sanki o yazılar sadece yön göstermiyor, geçmişe çağırıyor gibi. Şehre yaklaştıkça çevre de değişiyor. Daha sessiz, daha sade… Ama en çok da “daha ağır” bir hava taşıyor.
Bu hissi anlatmak zor. Çünkü bir yandan tarih öğrenmeye, bir yandan da içine bir şey çökmeye başlıyor.
Ben Çanakkale’ye birkaç kez gittim. Her seferinde ilk gün aynı duyguyla başlıyor:
“Şimdi bir zaman tüneline giriyorum.”
İçeride müzeler, tabelalar, anıtlar var elbette… Ama seni en çok etkileyen şeyler ne biliyor musun? Yolun kenarına koyulmuş bir taş, bir tabela, belki bir çiçek. Ve o çiçek sana hiçbir kitapta yazmayan bir şey anlatıyor:
Burada bir zamanlar biri vardı.
📝 Tarihle Yüzleşmek: Siperlerin Sessizliği ve Efsaneler
Çanakkale’de dolaşırken ilk fark ettiğim şey şu oldu:
Bazı yerler çok sessiz ama o sessizlikte bile bir baskı hissediyorsun. Siperlerin olduğu bölgeye gelince bu duygu daha da yoğunlaşıyor. Tahtalarla örülmüş, bel hizasına kadar kazılmış hendekler. Her biri bir hayata ev sahipliği yapmış. Baktığın zaman sadece toprak gibi ama aslında binlerce insanın saatlerce, günlerce ölümle burun buruna kaldığı yerler.
Bir rehber şöyle dedi:
“Bu topraklarda savaş sadece silahla yapılmadı. Açlıkla, susuzlukla, sıcakla, hastalıkla da savaşıldı.”
Gerçekten de, her bir noktada sadece mermi izi değil, insan izi var. Bir taşın kenarında takılı kalmış paslı bir düğme, neredeyse toprağa gömülmüş bir çatal ucu… Bunlar orada hâlâ duruyor. Korumaya alınmış, etrafı çevrilmiş. Ama onların taşıdığı anlam, etrafındaki tabeladan çok daha derin.
Bir yerde durduk, rehber durdu ve dedi ki:
“Burası 57. Alay’ın mevzilenme noktası. Savaşın en sıcak günlerinde, bu alayın askerleri bir sabah komutanlarından emir beklemeden ileri atıldılar. Geriye dönen olmadı. Siper bile kazmadan, sadece yürüyerek…”
Bu cümle beni biraz sersemletti. Çünkü o bölge öyle sıradan görünüyor ki, insan aklında bile canlandıramıyor.
Yine rehber başka bir hikâye anlattı. Meşhur “sisli vadi” efsanesi.
İngilizlerin Norfolk taburu bir sabah harekete geçiyor. Yoğun sisin içine giriyorlar. Savaş sonrası İngiliz komutanlar, askerlerin bulunduğu alanı inceliyor ama kimseyi bulamıyorlar. Ne ceset, ne eşya, ne iz…
“Bir bulut geldi, askerleri içine aldı ve kayboldu” diye anlatılıyor.
Belki abartı, belki bir metafor. Ama o bölgeye gittiğinde, gerçekten bir şey hissediyorsun. Toprak düz ama havası garip. Rehberin söylediği şu cümle aklıma kazındı:
“Savaşta kaybolmak sadece fiziksel değildir. Bazen bir milletin hafızasından da silinirsiniz.”
Şehitlik bölgesinde yürürken mezar taşları dikkatimi çekti. Çoğu isimsiz. Sadece “Meçhul” yazıyor. Yaşı yok, memleketi yok.
Birinin başında 13 yazıyordu. “13 yaşında mıydı bu çocuk?” dedim içimden.
Rehber yaklaştı:
“Bazı çocuklar yaşını büyütüp gönüllü oldu. Kimisi ailesinden kaçarak cepheye geldi. Savaşta hepsi eşitleniyor.”
Sonra anlatmaya devam etti:
“Bir askerin cebinden çıkan notta şu yazıyordu: ‘Anne, eğer dönemezsem üzülme. Ben burada çok güzel arkadaşlar buldum.’”
Bu cümle beni kilitledi. Yazının gerçek kopyası müzede sergileniyor. Önünde durup baktım. Kalemle yazılmış, titrek bir el yazısı…
Ve o cümlede bir çaresizlik değil, bir teslimiyet vardı.
Çanakkale’de tarih sadece bilgi değil, duygu da yüklü. Gördüğün her yer, dinlediğin her hikâye seni biraz daha içine çekiyor. Yani burası gezilecek değil, hissedilecek bir yer.
Ve ne kadar çok gezersen, o kadar çok eksik kaldığını fark ediyorsun.
📝 Zamanın Dışında: Çanakkale’den Dönmeyenler ve Dönenler
Çanakkale’de geçirilen her gün, insanın içinde bir iz bırakıyor. Güneş batarken Şehitler Abidesi’nden ayrıldığım anı hatırlıyorum. İnsan orada sadece tarihî bir yerden değil, sanki başka bir dünyadan çıkıyor gibi hissediyor.
Sessizce yürüyorsun, arabaya biniyorsun, ama o atmosfer hâlâ omzunda duruyor.
Yola çıktım. Radyoda yine bir türkü çalıyor. Bu kez kulağımda kalan sözler şu:
“Çanakkale içinde aynalı çarşı…”
Dışarıda sıradan bir gün devam ediyor olabilir ama senin içinde bir şey değişiyor.
Çünkü oraya gitmekle kalmıyorsun, orada bir şey bırakıyorsun. Belki bir dua, belki bir teşekkür, belki de sadece bir iç çekiş…
Bu kadar yoğun duyguyla dönerken aklıma bir şey takıldı:
Biz dönebildik. Onlar dönmedi.
Ve dönebilen biri olarak, unutmamak gibi bir sorumluluğumuz var.
Belki hayatımıza devam edeceğiz, işimize gücümüze bakacağız ama…
Orada yürüdüğümüz yollar, gördüğümüz mezarlar, okuduğumuz isimler hep bizimle kalacak.
Çanakkale’ye birkaç kez gittim, yine giderim. Çünkü orası “bir kez görülüp biten” bir yer değil. Her gidiş yeni bir pencere açıyor.
Bazen tarihle yüzleşiyorsun, bazen kendinle.
Ve her dönüşte aynı şey oluyor:
Kendimle daha sessiz, ama tarihle daha yakın dönüyorum.