Bir Sessizliğin Ardından
“Sadece şehirler işgal edilmedi. Hafızalar bastırıldı, diller susturuldu. İstanbul’un sessizliği aslında bir imparatorluğun kendi cenazesine ağıt yakışıydı.”
Başlık Listesi
1919’un başlarında Anadolu bir harita üzerinde artık başkasının mülkü gibi gösteriliyordu. Paris’te yapılan masalarda Türklerin kaderi, Türkler olmadan kararlaştırılıyordu. Ancak mesele sadece toprakların paylaşılması değildi. İstanbul hükümeti çoktan esareti kabul etmiş, milletin iradesi padişahın gölgesinde erimişti. Hürriyet bir kelime olmaktan öteye geçemiyor, halkın çoğu ne olduğunu dahi anlayamıyordu.
İşin ironik tarafı şuydu: Mustafa Kemal, Samsun’a padişahın resmi izniyle gönderildi. Ancak bu izin, bir isyanı bastırmak için verilmişti. İngilizlerin talepleri doğrultusunda Doğu Karadeniz’deki karışıklıkları bastırması için 9. Ordu Müfettişi olarak görevlendirildi. Sultan Vahdettin’in Mustafa Kemal’e söylediği o meşhur söz bu yüzden oldukça çarpıcıdır:
“Paşa… Paşa! Devleti kurtarabilirsin. Başka çaremiz yoktur.”
Bu sözün gerçekten söylenip söylenmediği tartışmalıdır. Fakat Mustafa Kemal’in Nutuk’ta aktardığı şekliyle değil, özel notlarında geçen ifadelerde Vahdettin’in aslında yalnızca kendi tahtını koruma çabasında olduğu anlaşılır.
O dönemde Anadolu halkı sadece işgal altında değildi, bilinç olarak da uyuşturulmuştu. Medreselerden çıkan mollalar bile “gâvura karşı savaşmak haramdır” fetvaları veriyordu. Müslüman halkı galeyana getirip kurtuluşun önüne geçmek için camiler bile propaganda alanı haline getirilmişti. Bu yüzden Mustafa Kemal yalnızca düşmana değil, fikrî köleliğe de savaş açtı. “Özgürlük, önce zihinlerde başlar” diyordu.
İstanbul’daki sessizlik, Ankara’daki toprakların çığlığına karışıyordu. İşte tam bu anda, sözde görevle yola çıkan biri, aslında bütün düzeni altüst etmek için kendi iç planını hazırlıyordu. Bandırma Vapuru bu yüzden bir ulaşım aracı değil, tarihin yönünü değiştiren bir irade taşıyıcısıydı.
19 Mayıs bir varış değil, bir kopuştu.
Sultan’dan, suskunluktan, teslimiyetten ve karanlıktan…
Bandırma Vapuru ve Karanlığa Açılan Yol
“Her gemi bir yere gider ama bazı gemiler tarihe yön verir. Bandırma, sadece bir ulaşım aracı değil; bir iradenin, bir isyanın, bir kıvılcımın taşıyıcısıydı.”
Bandırma Vapuru, 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan hareket ettiğinde Marmara suları sadece bir gemiyi değil, bir milletin kaderini taşıyordu. Gemide Mustafa Kemal ile birlikte 22 kişi vardı. Bunların çoğu askerdi. Fakat ilginçtir: Bu yolculukta bulunan kişilerin büyük bir kısmı gerçek niyetin farkında değildi. Onlar, padişah adına Doğu Karadeniz’deki çeteleri bastırmakla görevli olduklarını sanıyorlardı. Mustafa Kemal’in ise aklında çok daha başka bir plan vardı.
Bandırma Vapuru eski, yıpranmış, hatta seyir güvenliği açısından sakıncalı bir gemiydi. İngilizler özellikle bu geminin verilmesini onaylamıştı çünkü İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği, Mustafa Kemal’in bu yolculuğu geri dönemeyeceği bir son olarak değerlendirmişti.
Ancak bu karar, İngilizlerin en büyük stratejik hatalarından biri olacaktı.
Mustafa Kemal, yola çıkmadan önce annesine şu cümleyi söyledi:
“Ben şimdi gidiyorum. Belki bir daha dönemem. Ama bu millet dönerse bir daha asla doğrulamaz.”
Bu söz, onun gözünde bu yolculuğun yalnızca bir görev değil, bir intihar ihtimali barındıran mutlak bir sorumluluk olduğunu gösteriyordu. Elinde tek bir tüfek, tek bir asker olmadan bir mücadele başlatmak… Bu, ancak fikri bir devrimle mümkün olabilirdi.
Samsun’a vardığında, ilk yaptığı şey, “emir almak” değil, emirleri sorgulamak oldu. İstanbul’dan gelen direktifleri rafa kaldırdı. Orada geçirdiği ilk birkaç günde yerel halkla ve eşrafla yaptığı görüşmelerde, kendini “İstanbul’un temsilcisi” değil, milletin temsilcisi olarak tanıttı.
Bu noktadan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Vapurdan inen bir komutan değil, yeni bir bilinç modeli idi.
Padişahın görevlendirdiği kişi, bir halkın kendine lider tayin ettiği adama dönüşüyordu.
O andan itibaren tarihin saati artık “Samsun”dan itibaren işlemeye başlayacaktı.
Gençliğe Emanet Edilen Işık
“Bir ömrün en ağır yükü, geleceği sırtlanmaktır. Mustafa Kemal, bu yükü gençlerin omzuna koyarken, aslında onlara en büyük güveni de bırakıyordu.”
19 Mayıs, yalnızca bir kurtuluşun başlangıcı değil; bir bilincin, bir davanın ve bir yürüyüşün genç nesillere teslim edildiği gün oldu. Mustafa Kemal bu günü Gençliğe armağan etti çünkü onun gözünde gençlik, yalnızca yaşla tanımlanan bir dönem değil, bir düşünce biçimiydi. Ruhunda korku barındırmayan, alışkanlıklarla körelmemiş, hakikati aramaktan yılmayan her birey gençti.
Peki neden özellikle gençlik?
Çünkü Mustafa Kemal, çöküşün tanığı olmuş bir neslin artık yorulduğunu biliyordu.
Anlıyordu ki bir milletin en büyük gücü, ezberlenmiş geçmiş değil; yeniden kurulan gelecektir.
Gençliğe Hitabe bu yüzden sıradan bir metin değildir.
Orada geçen kelimeler, dönemin koşullarında yaşanmış bir korkunun değil; gelecek nesillere karşı duyulan sarsılmaz inancın ürünüdür.
“Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.”
Bu seslenişin yazılış süreci çok az kişi tarafından bilinir. Mustafa Kemal bu metni 1927’de, Nutuk’la birlikte hazırlarken defalarca tekrar yazmış, bazı kelimeleri özellikle değiştirerek anlam yükünü artırmıştır. “Birinci vazifen” ifadesi, o döneme kadar hiçbir siyasi metinde kullanılmamış güçlü bir emir kipidir. Çünkü bu bir nasihat değil, bir bilinç talimatıdır.
İlginçtir ki Gençliğe Hitabe’nin ilk okunduğu yer büyük bir kürsü değil, Ankara’daki sade bir salonda yapılan gizli bir hazırlık toplantısıdır. Mustafa Kemal metni ilk defa yakın arkadaş grubuna okuduğunda salonda uzun süre sessizlik olur. Sonra o suskunluk, gözyaşına ve alkışa dönüşür.
Mustafa Kemal, bu konuşmanın bir gün yeniden hatırlanacağına, özellikle zor zamanlarda yeniden can bulacağına inanıyordu. Zaten Hitabe’nin içinde geçen “bütün kaleler zaptedilmiş” kısmı, o gün değil; bir gün yeniden yaşanabilecek olasılık için yazılmıştır. Yani bir uyarı değil, bir bilinç kodudur ve o kod hâlâ geçerlidir…
Çünkü 19 Mayıs’ı anlamak, sadece o günü değil; bugünü de yeniden inşa etmektir.
Zamanın Ötesindeki 19 Mayıs
“Bazı tarihler geçmez, içimize kazınır. 19 Mayıs, bir takvim yaprağından çok daha fazlasıdır; zamanı aşan bir bilinç uyanışıdır.”
Bugün pek çoğumuz 19 Mayıs’ı törenlerle, spor gösterileriyle, kutlama mesajlarıyla hatırlıyoruz. Oysa bu gün, sadece bir anmayı değil, bir hatırlamayı ve hatırlatmayı zorunlu kılar. Çünkü 19 Mayıs, zamana hapsedilecek bir an değil; zamanın ruhunu yeniden biçimlendiren bir kavşaktır.
Mustafa Kemal, bu günü yalnızca “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak adlandırmadı. Onun bu özel gün için seçtiği kelimeler bile özeldi. “Spor” kelimesi, yalnızca fiziksel bir faaliyet değil, irade terbiyesinin sembolüydü. Çünkü vatan savunması, sadece silahla değil; disiplinle, sabırla ve ahlaki güçle de yapılırdı.
Az bilinen bir ayrıntı şudur:
Mustafa Kemal, 19 Mayıs’ı milli bayramlar arasına dahil ederken uzun süre bu tarihin resmî bir devlet protokolü haline gelmesine direndi. Çünkü o, bu günü halkın ruhuyla yaşamasını istiyordu; sadece devletin değil, milletin yüreğinde büyümesini…
1938’deki son kutlamalarda sağlık durumu bozulmuş olmasına rağmen, Gençlik Marşı’nı dinlerken gözlerinin dolduğu ve kimseye belli etmeden odayı terk ettiği aktarılır.
Bugünün gençliği için 19 Mayıs nedir?
Bir tatil günü mü? Yoksa sırtımıza yüklenmiş bir emanetin yıldönümü mü?
İşte burada sorulması gereken en çarpıcı soru şu:
Eğer 1919’un gençliği bugün yaşasaydı, ne yapardı?
Peki ya biz 1919’da yaşasaydık, aynı cesareti gösterebilir miydik?
19 Mayıs’ı yaşatmak demek, Mustafa Kemal’in yaptıklarını tekrar etmek değil; aynı cesareti yeni koşullarda gösterebilmektir. Bugünün işgali belki tankla tüfekle değil ama bilinçle, bilgiyle, kültürle yapılıyor. Kalelerin surları değil, akıllar kuşatılıyor.
Hatta belki de bugün, Bandırma Vapuru’na yeniden binmenin zamanı…
Bu defa Samsun’a değil; kendi içimizdeki karanlığa, dağılmışlığa, dağınık iradeye doğru bir yolculuk…
İçimizdeki Samsun
“Herkesin bir Samsun’u vardır. Kimi haritada arar, kimi içinde…”
19 Mayıs, dış dünyadaki bir yolculuktan çok, iç dünyadaki bir uyanıştır. Çünkü Bandırma Vapuru’na binmek, yalnızca bir limana ulaşmak değil; korkuyu, suskunluğu, ataleti(hareketsizlik, tembellik, eylemsizlik, pasiflik) terk etmektir. Her çağın bir karanlığı, her neslin bir sorumluluğu vardır ve her bireyin bir karar anı… Mustafa Kemal’in vapura bindiği o an, bizim de içimizde tekrar tekrar yaşanır. Sadece tarih kitaplarında değil; insanın kendi vicdanında da o vapur hâlâ demir alır.
Bugün etrafımıza baktığımızda; düşünmenin suç, sorgulamanın tehlike, sessizliğin meziyet sayıldığı bir iklimdeyiz. Peki bu durumda “19 Mayıs yaşatılıyor” diyebilir miyiz?
Hayır.
Çünkü 19 Mayıs, törenlerle değil; duruşla yaşar.
Her birey, bir Samsun olabilir. Her genç, bir Bandırma Vapuru…
Çünkü bazen bir cümleyle başlar kurtuluş; bazen susmamayla, bazen ayağa kalkmakla.
Mustafa Kemal’in izinden gitmek, onu taklit etmek değil; onun cesaretini, o günün karanlığına karşı gösterdiği direnişi bugüne taşımaktır.
Bugün biz, hangi karanlığa karşı yürüyoruz?
Hangi susturulmuş gerçeğin peşinden gidiyoruz?
Hangi “teslimiyeti” reddediyoruz?
Asıl soru budur.
Samsun’a çıkan yalnızca bir adam değildi.
Onunla birlikte bir ruh, bir halk, bir bilinç yürüyordu.
O ruh hâlâ bizde mi?
Eğer hâlâ içimizde bir yerlerde 19 Mayıs yaşıyorsa, o zaman bu topraklar umutsuz değildir.
Çünkü Samsun sadece bir liman değil; özgürlüğün başladığı yerdir ve o yer, artık bir şehirde değil; bilinçte kuruludur.