İstanbul’un Altında Unutulmuş Bir Şehir
İstanbul’da çoğu göz, yukarıya bakar. Kubbeleri, minareleri, göğe uzanan hikâyeleri izler. Ama çok az kişi, bu şehrin esas hafızasının altında gömülü olduğunu bilir. Yerin hemen altında; taşların, suyun ve karanlığın birbirine karıştığı bir sessizlik yatar: Yerebatan Sarnıcı.
Başlık Listesi
Bugün Ayasofya’nın birkaç adım ötesinde mütevazı bir girişle karşılar seni. Ama aslında bu kapı, bin beş yüz yıl öncesine açılan bir bilinç geçididir. Sarnıç, sadece bir su deposu değil; Roma’dan Bizans’a, inançtan korkuya, sembolden hikmete uzanan bir yeraltı metnidir. Okumak için sessizliği dinlemek yeterlidir.
Tarihler M.S. 532’yi gösterdiğinde, İstanbul alev alev yanıyordu. Nika İsyanı şehri yutmuştu. Ayasofya yerle bir olmuş, saraylar çökmüş, meydanlar küle dönmüştü. İsyanı bastıran İmparator I. Justinianus, bu yıkımın ardından sadece bir şehir değil, bir mesaj da inşa etmek istedi. Ayasofya’yı yeniden yaptırdı ve onun hemen yanı başına, toprağın altına, devasa bir yapı kazdırdı: Yerebatan Sarnıcı.
Ama bu yapı sıradan bir su deposu değildi.
Yaklaşık 9.800 metrekarelik bir alan. 336 adet sütun. Her biri 8 metre yüksekliğinde. Üstelik bu sütunlar yeni yapılmadı. Eski mabetlerden, yıkılmış tapınaklardan, tanrılarına veda etmiş yapılardan getirildi. Roma’dan, Efes’ten, belki de Bergama’dan…
Yani aslında sarnıç bir suyu değil; medeniyetlerin artığını, terk edilmiş tanrıların taşlarını bir araya getiriyordu. Peki neden?
Bu sorunun cevabı, belki de ıslak taşların arasına gizlenmiş bir efsanede yatıyor.
Medusa’nın Ters Bakışı ve Taşların Konuştuğu Hafıza
Sarnıcın en karanlık köşesinde, sessizce bekleyen bir yüz vardır. Bakışlarını yerle aynı hizaya indirdiğinde, taş bir baş görürsün. Gözleri kapalı gibi durur ama yine de sana bakar. Üstelik düz değildir. Ters durur. Ya da yatay… Ama asla normal değil.
Medusa.
Yunan mitolojisinde Medusa, bakışlarıyla insanı taşa çeviren bir figürdür. Güzelliğiyle lanetlenmiş, sonra bir tapınağın zeminine zincirlenmiş, gözlerinin içine bakan herkesin felaketine dönüşmüştür. Athena tarafından cezalandırılan Medusa’nın başı, sonunda Perseus’un kılıcıyla koparılır. Ancak o baş, yok edilmez. Çünkü Medusa’nın gözleri artık bir silahtır; tanrılara bile meydan okuyacak bir semboldür.
Peki, bu mitolojik varlığın başı neden İstanbul’un altındaki bir sarnıçta, hem de ters şekilde, bir sütunun altında duruyor?
Bazıları bu başı, yalnızca yeniden kullanılmış bir taş bloğu olarak açıklar. Roma’da ve Bizans’ta bu tür devşirme malzemeler oldukça yaygındır. Eğer mesele sadece bir taştan ibaretse, neden Medusa? Neden gözleri olan bir yüz? Üstelik neden baş aşağı?
Cevap basit değil, ama açık: Medusa burada, çünkü görmekten korkulan bir şey var ve bu yapı da o “görülmemesi gereken şeyi” saklamak için var.
Ters duran baş, sadece bir mitin kalıntısı değil; bilginin ters yüz edilmesinin, hakikatin yerin altına gömülmesinin, hatta belki de gözlerin görmemesi gereken şeylere bakmaması gerektiğinin sembolü.
Medusa orada yalnız değil. Sarnıcın sütunlarının çoğu, farklı dönemlerden ve farklı coğrafyalardan getirildi.
Bazıları antik mabetlerin içinden söküldü: Artemis’in tapınağından, Apollon’un sunağından…
Bu taşlar yerlerini, inançlarını, belki de tanrılarını kaybetti. Ama üzerlerinde taşıdıkları izleri – dillerini – hâlâ sessizce koruyorlar.
Yerebatan Sarnıcı, suyun ötesinde bir anlatılar mezarlığıdır. Ama bu mezar, diri bir şekilde fısıldamaya devam eder.
Yerin Altında Olan, Neden Yukarıda Değil?
Bazı yapılar yukarıya doğru büyür; görünmek için, yücelmek için, hükmetmek için… Bazılarıysa aşağıya doğru derinleşir. Saklanmak için değil, korunmak için. Yerebatan Sarnıcı da bu ikinci türdendir. O sadece bir sarnıç değildir, yerin altına çekilmiş bir bilinçtir.
Tarih boyunca yeraltı, sadece su ya da erzak değil; bilgi, sır ve kutsal metinler için de bir saklama alanı olmuştur. Eski Mısır’da bilgelik kitapları piramitlerin iç odalarında saklanırdı. Mezopotamya’da kral mezarlarının altına, yalnızca rahiplerin bildiği “karanlık metinler” konulurdu. Antik Roma’da ise yer altı mahzenleri, sadece şarap için değil, geleceğe dair öngörüler için de kullanılırdı.
Peki Yerebatan?
Medusa’nın bakışı, sütunların sessizliği ve suyun altındaki karanlık… Tüm bunlar bize bir şey söylüyor olabilir mi?
Belki bu yapı, sadece suyu değil; görünmemesi gereken bir bilgiyi de taşıyordu.
Üstelik bu bilgi öyle bir şeydi ki, onu açıkça sergilemek değil; taşların arasına gömmek gerekiyordu. Sütunlar bu yüzden farklıydı. Her biri başka bir kültürün taşıydı çünkü bilgi artık çoktan birleşmişti. Yerebatan, geçmişin parçalarını bir araya getirerek yeni bir anlam inşa ediyordu.
Bu yüzden sarnıca her iniş, bir nevi sınav gibidir. Işık azalır, göz alışana kadar zihin bocalar. Çünkü yukarıda süren hayatın ritmiyle buradaki arasında fark vardır. Zaman burada daha yavaş akar. Sesler yankı yapmaz, içine çarpar. Burada her adım, bir düşüncenin içinden geçer gibi hissedilir.
Fark edilmez ama sarnıç, her ziyaretçiye bir soru sorar:
“Yukarıdaki ışık mı seni koruyor, yoksa buradaki karanlık mı seni saklıyor?”
Herkes Aynı Yere İner, Ama Aynı Şeyi Görmez
Yerebatan Sarnıcı’na her gün yüzlerce insan iner. Işıklar loş, hava serindir, suyun üzerinde yankılanan adımlar neredeyse aynı ritimdedir. Fotoğraf makineleri Medusa’nın yüzüne döner, flaşlar patlar, sesli rehberler mitolojiyi birkaç cümlede özetler.
Ama orada görülen şeyle, orada hissedilen şey her zaman aynı değildir.
Çünkü bazı yapılar, gözle değil farkındalıkla açılır.
Bir sarnıcın ortasında neden 336 farklı sütun vardır? Neden bu sütunlar aynı yerden değil, farklı kültürlerden alınmıştır? Neden biri spiral, biri düz, biri yivli?
Ve neden bir tanesinin altına, bakışlarıyla taşa hükmeden bir varlığın başı ters çevrilip konmuştur?
Bu sorulara cevap aramadan yürüyen biri, sadece bir su deposunu gezer.
Ama durup bakmayı bilen biri, geçmişin bilerek gömülmüş notlarını okur.
Zemin, taş ve su…
Bunlar görünürdeki üçlüdür. Ama esas üçlü; zaman, inanç ve korkudur.
Bu sarnıç, İstanbul’un yalnızca tarihini değil, onun kolektif bilinçaltını da taşır. Ziyaretçi, yalnızca ayaklarıyla değil, zihniyle de oraya iner.
Ve bazen en sessiz yerler, en yüksek sesle konuşur. Yeter ki duyacak kulağın, düşünecek soruların olsun.
Hafıza Kazınan Taşlarda Değil, Anlamakta Gizlidir
Yerebatan Sarnıcı’ndan çıkarken ne ışık değişir ne de hava. Ama içeriden çıktıktan sonra fark edersin ki, sen değişmişsindir. Girdiğin yer sadece yerin altı değilmiş. Tarihin, korkunun ve bilginin üzerine kurulmuş bir yapının içinden geçmişsindir.
Sarnıç, hâlâ çalışıyor. Su taşıyor, ses taşıyor, ama en çok da fark etmeyen gözlerin önünden bilgi taşıyor.
Yüzlerce sütun hâlâ ayakta. Her biri farklı şehirlerden, farklı dönemlerden getirilmiş. Kimisi mabetlerden sökülmüş, kimisi unutulmuş yapılardan alınmış.
Ama burada hepsi aynı amacı taşıyor: Geçmişin üzerini örtmek değil, onu sessizce korumak.
Medusa hâlâ orada. Taştan yapılmış, ama anlamı hâlâ canlı. Onu oraya sadece sütunu yükseltmek için koymadılar. Bilerek baş aşağı yerleştirildi. Çünkü bazı bilgiler gösterilmez. Bazı yüzler, doğrudan bakılmaması için döndürülür.
Bugün Yerebatan’a giden çoğu kişi bunu fark etmez. Fotoğraf çeker, birkaç satır okur ve çıkar. Ama dikkatle bakan biri için orası, İstanbul’un altına gömülmüş bir hafıza odası gibidir.
Yerebatan Sarnıcı bir su deposu değildir. O, geçmişin taşlarla kurduğu sessiz bir cümledir ve o cümle hâlâ bitmedi.